Maalesef asrımızda pek çok insanın benimsediği bir görüş bu. “Kafama eseni yaparım!”, diğer adıyla “Benim hayatım, benim kurallarım.” En basit olarak hiçbir organımızı, âzâmızı tam mânâsıyla idare edemeyişimizden, yalnızca seçebilişimizden anlaşılıyor ki; bu hayat bize emanettir, geri alınacak.
Eğer bu hayat bize mülk olarak verilseydi, elbette idaresi bize bırakılacaktı. Halbuki, az önce söylediğimiz gibi biz ancak ihtiyâr edebiliyoruz, yani seçebiliyoruz. Şöyle bir örnekle konuyu akla yakınlaştırabiliriz: Bir adam, bizi kendi evine ziyafete davet ediyor. Ziyafete davet ettiği yerde bulunan eşyadan ve lezzetli ziyafetten istifade etmemize
izin veriyor. İzin vermenin en temel kaidesi ise, o izni verenin rızası dahilinde, izin verdiği kadar ve izin verdiği tarzda kullanmak ve istifâde etmektir. Dolayısıyla israf edemeyiz, başkasına ikram edemeyiz, sofradan öylece kaldırıp başkasına veremeyiz, alıp dökemeyiz ve hakkımızdan fazlasını yiyemeyiz. Bu bahsettiğimiz fiilleri, ancak hayatımız bize mülk olarak verilseydi yapabilirdik.
Aynen bu misâldeki gibi; Cenâb-ı Hakk’ın bize emanet olarak verdiği hayatı kendi arzu ve isteklerimize göre kullanamayız. İntiharla hayatımıza son veremeyiz, benim vücudum deyip, emanet olan vücudumuza kafamıza göre
zarar veremeyiz. Hem sadece maddî değil, manevî olarak da zarar veremeyiz. Meselâ; mânen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızâsı hâricinde harama sarfetmek ve diğer dil, kulak gibi organlarımızı haram yolda sarfetmek suretiyle mânen öldürmenin, maddî olarak zarar vermekten pek de farkı yoktur. Hatta zararı daha büyüktür.
Nasıl ki, kendisine verilen vazifeyi tamamlayıp, terhis tezkeresini, almak üzere askeriyeye gönderilen bir askerin, devlet tarafından ona emaneten verilen silahı, kendisine sıkmak gibi devletin izni olmayan işlerde kullanırsa ihânetle
suçlanır ve hain damgası yiyor. Aynen öyle de; bize birer emanet olarak verilen o organları haram yolda kullanarak mânen öldürmek, o emanetleri verene ihanettir.