Genelde namaz kılmayanlardan duyulan bir söz vardır. “Allah’ın her şeye gücü yeter. Böyle gücü olan bir ilah neden insanlardan ibadeti istiyor, buna ihtiyacı (haşa) mı var?” Soruyu cevaplamadan önce bu soruyu kimler soruyor bunu keşfetmek, bunu sormak lazım.
“Çok tembellerden ve tariküssalatlardan işitiyoruz. Diyorlar ki: ‘Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’an’da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip, Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor?’” Bazen de haşa namazı küçük görüp “Bu yapmadığımız küçük şey için mi böyle büyük cezalarla karşılaşıyoruz.” diyerek bir yanılgıya düşebilmektedirler.
Elcevap: Evet, Cenab-ı Hak senin ibadetine, belli ki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; manen hastasın. İbadet ise, manevi yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz.
İlk önce hastalığı hissetmek lazım, ihtiyacı hissetmek lazım. İnsanların namazdan lezzet alamaması, hayatında kalıcı yapamaması; ki zaten en başta Allah’ı tanımamak, onun hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını bilmemek bizi lakaytlığa itiyor. Ama vicdanen de rahat değil. Çünkü manen hastayız. O hastalık bazen bizi tetikliyor. Maddi olarak değil manevi olarak organlarımız bize yalvarıyor… Kalbimiz bize “Bana vazifemi yaptır.” diye yalvarıyor adete. Ama bizim ruhla bedenimiz arası ilişkimiz azaldığı için her şeyi maddeden ibaret görmeye başlıyoruz. Bu sefer bedene hizmet başlıyor. Bu sefer ruh ve kalbi bastırmak için isyana gidiyor.
Bu manen yaşadığımız hastalık, bizim kâinata sığmayan ruhumuzu, sonsuz his ve arzularımızı fark ettikçe bizi daha da boğuyor. Oysa namaz gibi ibadetler kalbimize Burak’tır. “Kalpler ancak Allah’ı anmakla mutmain olur.” (Rad – 28). Biz kalbimize vazifesini yaptırmak istiyorsak Allah’ı zikretmeliyiz. Tefekkür etmeliyiz. Bu cihazatlar bunun için verilmiş. Bu da ibadetler esnasında gerçekleşir. Yani bizim geçmişten gelen elem, gelecekten elen endişelerimiz var çünkü biz insanız. İnsan eğer Allah ile o intisabı kuramazsa o geçmiş, bütün sevdiklerini yutan bir mezar gibi görünür. Gelecek her şeyi yutacak bir ejderha olarak görünür. Alem karanlıklaşır, dayanak noktası görünmez. Derdini anlatacak bir makam bulamaz. Küçük bir mikroba yenik düşüyoruz. Belki de bir hatıraya yenik düşüyoruz.
İşte böyle bir hastalık anında ibadeti Allah bize emrediyor. Çünkü bu ibadet bir ilaç. Allah’ın bize ibadeti emretmesi, bir annenin evladına ilacı zorla içirmesi gibidir. Görünürde sanki kötüymüş gibi dururken (haşa) bizim sağlımızı ne güzel etkiliyor. Her seferinde cehennemle tehdit ediyor ki bizim cehenneme gittiğimiz gösteriyor. Aslında bunlarca tehdidin bizi uyandırması lazım. Oysa bunları görmezden gelecek cesaret varsa oraya gitmeyi hak etmez miyiz?…
Acaba bir hasta bir hastalık hakkında, şefkatli bir doktorun ilaç içirmeye yönelik ısrarlarına karşı çıksa, “Senin ne faydan var?” diye söylense ne kadar yanlış bir iş yapar değil mi? Doktor bize faydalı ilaçları getiriyor ve ölmemize az kalmış ama biz arkada bir çıkar arıyoruz…
Demek ki ilk önce Allah’a bize ihtiyacımızı hissettirmesi için dua etmeliyiz. Kanser hastalarının kemoterapiye gitmesi gerekir çünkü gitmese sonuç bir hayatın sonu olacak. Zor bir tedavi var ortada ama onun yapılmaması daha zor bir sonucu getirir bize. Demek ki Allah’ın sonsuz rahmetini henüz tanıyamamışız. Bütün sıkıntıların kaynağı Allah’ı tanımamak.
Namaz bizi kötülüklerden alıkoyar. Mermisiz bir silah gibi. Allah bizi yaratıp bu dünyaya göndermiş. Bizi yaratan bizi bizden iyi bilmez mi? Biz araba alıp içinde odun yaksak arabanın sistemini bozmaz mıyız? Kalp varsa Allah’ı anacağız. Ruh varsa vazifesini yaptıracağız. Cennete gitmek Allah’ın fazlındandır ama cehenneme gitmek insanın kendi kesbindendir. Kendi yaptığımız fiillerle.
Bazıları böyle durumlarda diyor ki: “Evet doğru söylüyorsun ama benim imanım var ki…” O kadar emin konuşuyoruz sahabe efendilerimizin ömrü boyunca ağlayıp korktuğu meselelerde ne yazık ki. Böyle bir şey diyorsa içimizde ki ses ona soralım bizi daha dünyadayken, ölmemişken Allah’ın huzuruna götürmeyen, yapması gerekenleri yapmayan iman mı cennete götürecek bizi? Büyük günahları serbest işleyip, pişman olmamak o imandan hissesi olmadığına delildir…
Bir Hristiyan’ın klişeye gitmesi, bir Yahudi’nin kipa takması veya ağlama duvarında bulunması onun kimliğini belirtmez mi? Peki bizim kimliğimiz ne? Namaz, cami değil mi? Biz bu kimliği üzerimize almamışız daha peki nasıl olacak bu iş?.. Namaz kılmamak gibi büyük bir günahı pişmanlık yaşamadan sürdürmek belki yukarıda da dediğimiz gibi imandan hissemiz olmadığına delil olabilir Allah muhafaza. Günah münafık insanları rahatsız etmez. Namaz kılamazsak bundan pişmanlığımız olsa, kılmaya niyetlensek belki pişmanlığımız tövbe yerine geçer. Ama bazen bazı sözler söyleniyor ki “Bu zamanda ne namazı, benim kalbim temiz…” gibi cümlelerle kendi alev almış durumuna odun üstüne odun atıyor. Pişmanlık duymadığı gibi üste çıkmaya çalışıyor. “Her namaz kılmayan kafir olmaz ama kafirler namaz kılmaz.”
Cehennemden bir kısma sorulur: “Sizi cehenneme götüren nedir?” Cehennem ehli cevap verir: “Biz namaz kılmayanlardandık.” Bizim vazifemiz Allah’ı tanıyıp ona ibadet etmektir. O ibadetlerin şahı da namazdır.
Namazsızlık insanı nankörlüğe kadar götürebiliyor da. “İbadeti terk eden adam mevcudatın ibadetini görmez, göremez belki de inkar eder.” Biz renkli camlı bir gözlük takarsak çevreyi de o renkle görürüz. O yüzden tüm varlıklar Cenab-ı Hakk’ın bir eseri olduğu gibi hem kölesi hem ibadetçisidir. Onların hepsinin vazifesi varken bizim olmayacak mı? İşte biz o vazifemizi yapmazsak tüm kainat bizden şikayetçi olacaktır. Bize bir geminin dümeni verilmiş. Tüm gemi işlerken onu kıyıya çıkarmamaktan bütün mürettebat bizden şikayetçi olmaz mı? Basit bir dümeni kullanmamak aslında tüm bir geminin işini bozmak olmaz mı?
Bir makine sergisine gitsek orada o makineleri yapmış onlarca mühendisin önünde makinelere laf etsek, gereksiz deyip işlerini görmezden gelsek o laflar makinelere mi gider yoksa o makineleri yapanlara mı gider? Öyle de pervasız bu yaratılmışlar bahçesinde koşturuyoruz çünkü namazın sağladığı o iman gözlüğünden uzağız. İnsan baktığı şekliyle görür dünyayı. Kendisi ibadetkarane yaşadığında çevreyi de o durumda görüyor.
Böyle dehşetli bir durumda ertelemekten de uzak olmalıyız. Elimizde kesin senet mi var ya da ölmeyecek miyiz de erteleme üstüne erteleme yapıyoruz? “Erteleyenler helak oldu!” denmiyor boşuna. Allah bize 70’in üzerinde namaz kılmayı emretmişken hala neden uzaklaşıyoruz?
Basit bir dünyevi işte patrondan korkuyoruz, üstümüzden korkuyoruz. Teslim etmemiz gereken işi teslim etmedik diye, yapmamız gerekenleri zamanında yapamadık diye. Sonsuz kudret sahibi olan Allah bizim önümüze tüm kainatı sermiş ama biz elimizin tersiyle itiyor muyuz yoksa?
“Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan mahşerde senet ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek sırat köprüsünde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır?”